4 Şubat 2024 Pazar

SADIK AHMET

Türk milletinin büyük kahramanlarından şehit Sadık Ahmet, Gümülcine’de 7 Ocak 1947’de hayata merhaba dediği sırada Yunan Parlamentosu 28 Şubat 1947’de Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakı kararı almıştı. Yunan şımarıklığı Osmanlı Devleti tebası oldukları dönemde başlamıştır. Konumuz bağlamında şehit Sadık Ahmet’in doğduğu eski Türk toprağı “Batı Trakya” ise 1923 Lozan Antlaşması ile tamamen Yunanistan idaresine geçmiştir. Birinci Balkan Savaşı bozgunundan sonra Osmanlı Hükûmeti, 29 Eylül 1913'te imzaladığı İstanbul Anlaşması ile Batı Trakya'yı Bulgaristan'a bırakmıştır. Savaşın ardından ise Batı Trakya, Fransa ve Yunanistan tarafından işgal edilmiş, 27 Kasım 1919'da imzalanan Ncuilly Antlaşması ile yönetim Müttefiklere geçmiş ve "Müttefiklerarası Batı Trakya Hükûmeti" kurulmuştur. Daha sonra iki dereceli referandum yapılmıştır. Referandumda halkın seçtiği beşi Türk, bir Yunan, bir Bulgar ve bir Yahudi’den oluşan sekiz temsilci, 14 Mayıs 1919’da Batı Trakya'nın Fransız mandasında muhtariyet olmasını onaylamıştır. Aslında bu Batı Trakya’nın Yunanistan ile birleşmesi oylamasıydı. Temsilci çoğunluğunu elinde tutan Türklerin vereceği karar belirleyici olmasına rağmen referandumda dört Türk temsilci tarafından verilen olumlu oy dâhil toplam beş oyla Batı Trakya Yunanistan’a kaptırılmıştır! Türkiye’nin Lozan’da Batı Trakya halkının kendi geleceğini belirleme talebi, 14 Mayıs 1919 referandumu gerekçe gösterilerek kabul edilmemiş, bölgenin Yunanistan'a bağlanması, Avrupa delegasyonunun dayatmasıyla Türkiye'ye de kabul ettirilmiştir! Şehit Sadık Ahmet İstanbul’dan önce Türk toprağı olduğu halde artık Yunanistan’ın bir parçasına dönüşen Batı Trakya’da, Yunan tarafından “Müslüman azınlık” tabir edilen Türk toplumunun yeni bir ferdi olarak doğmuştur. Aklı dünyada olup bitenlere yetmeye başladığında, idrak ettiği şey, Yunanistan asimilasyon politikalarının birinci maddesi gereği Türk kimliğinin inkâr edilmesi gerçeğiydi. Ana dili Türkçe olan şehit Ahmet Sadık, Yunanistan’ın etnik aidiyetini reddetmek ve kendilerini sadece Müslüman azınlık olarak tanımlamakla Batı Trakya Türklerini tarihin dışına itmeye, Türkiye ile olan tarihi ve kültürel bağlarını koparmaya çalıştığını çok erkenden anlamıştı… Kahramanın hayatı! 24 Temmuz 1995 tarihinde Gümülcine’de geçirdiği “sözde trafik kazası” sonucu şehit olan Sadık Ahmet’in hayatını konu alan film ise kahramanımızın asimilasyon politikaları karşısındaki korkusuz mücadelesini anlatıyor. TRT ortak yapımı Sadık Ahmet filmini Türkiye prömiyerinde izlerken pek çok yerde aklıma, “Saraylarda süremem / Dağlarda sürdüğümü / Bin cihana değişmem /Şu öksüz Türklüğümü” dizeleri geldi ve gözlerim yaşardı. Çünkü Sadık Ahmet, eşi ve çocukları onu evde beklerken Batı Trakya köylerini tek tek gezerek imza topluyor, Türk kimliğinin silinmemesi için her şeyini ortaya koyuyordu. Şehit Sadık Ahmet doğuştan bir kahraman ve Kürşat’ın yanık ruhunu güldüren torunlarından biri olduğu için onunla ilgili bir filmin “hamasi” olmaması mümkün değil. Çünkü anlatılan adam hepimiz gibi bir fani olmasına rağmen duruşu, kararlılığı, eylemleri, önüne çıkartılan engelleri berhava etmesiyle her hâli hamasetle taçlanan bir yiğit. O bakımdan Sadık Ahmet filmini seyrederken bunu mutlaka aklınızda tutun. Filmdeki hamasilik, filmi hayata geçirenlerin özel bir tercihi değil şehit Sadık Ahmet’in kişiliğinin ekrana yansımasından ibaret. Her sinemaseverin bu güzel filmi mutlaka seyretmesini tavsiye ediyorum. Hatta Millî Eğitim Bakanlığı’na bir teklifim var; Sadık Ahmet filmini “yaş sınırlamasını” göz önünde bulundurarak bütün öğrencilere seyrettirin! Çünkü bu filmi seyretmekle, Doğu Türkistan, Filistin trajedilerini ve soykırım palavralarını kitabın orta yerinden anlayabilirler ve Avrupa Birliği’ndeki Türk düşmanı lobilerinin neden bu kadar fütursuz ve küstah olduğunu çok net anlayabilirler. Üstelik çağdaşları bir kahramanı zihinlerine kazırlar. Sadık Ahmet filmine emeği geçen TRT Genel Müdürü Mehmet Zahid Sobacı, filmin yapımcısı Mahmut Cüneyt Göz, senarist Mert Dikmen, yönetmen Hakan Yonat, proje tasarımı ve kreatif yapımcı Muhammet Usta ve oyuncular Turgay Aydın (Sadık Ahmet), Nur Fettahoğlu (Işık Sadıkahmet), Erkan Can (Ali Molla), Ozan Akbaba (Ali), Renan Bilek (Avukat Adem), İlker Aksum (İsmail Rodoplu), Taner Rumeli (İbrahim Şerif), Burak Satıbol (Berber Hüseyin), Uğur Yücel (Erik Siesby), Erdal Beşikçioğlu (Gümilcine Başkonsolosu), Suzan Kardeş (Amalia Fleming) ve Doğukan Güngör (Gurbetçi) ve adını sayamadığım bütün ekip üyeleri ve tüm destekçileri kutluyorum.

28 Ocak 2024 Pazar

CEM KARACA'NIN GÖZYAŞLARI

İstiklal Caddesi’nde Tünel’den Galatasaray’a doğru yürürken sol taraftaki Baro Han’ın çatısındaki eski Çatı Restoran’da bir öğleden sonra, yan masalardan birinde sorular sorduğum kişi, Türk vatandaşlığı iade edilmiş, yurda dönmüş ve yeniden müzik yapmaya başlamış Cem Karaca’dan başkası değildi. Uzun saçları, fötr şapkası, kendine has mimikleri, dudağını büküp ağzını hafif yamultarak konuşması kalın camlı gözlüğünün altında zekice ışıldayan küçük gözleriyle doğrudan bana bakışı bugün bile aklımda. O günlerde “pop-arabesk” hızla yükseliyordu. Konumuz buydu. Birkaç günlük yazı dizisi hazırlamak için eski ustalardan görüş alıyordum. Rahmetli Cem Karaca’nın ısrarla söylediği şey, pop-arabeskçilerin köşeyi dönmek üzere olduklarını sandıkları ama aslında müzik sandıkları şeyle köşeyi aşağı yönde dönecekleriydi. Bileğini bükerek elini masadan aşağı uçuruma yuvarlanan bir nesne gibi yaparak gösteriyordu. Cem Karaca’nın hafızama kazınan ve asla silinmeyen diğer bir sözü Barış Manço’nun vefatından sonra söyledikleriydi: “Kendimi hiç bu kadar yalnız hissetmemiştim” demişti! İki sanatçı arasında bu kadar keskin ve derin bir yalnızlık duygusu yaratacak ne vardı ki, Manço’nun erkenden göçüp gitmesinden sonra Cem Karaca kendini bu âlemde kimsesiz, yapayalnız hissetmişti? Bir başka gazeteye, Türkiye’ye dönüşü hakkında verdiği röportajda, kendisini “dönmek”, “döneklik etmek” iddiası ile itham edenleri, “Döndümse de vatanıma döndüm” ve “Bana dönme diyenler, bunu Boğaz’da lüfer yiyip rakı içerken söylüyorlar” diye hicvetmişti. Katran kaynamakla olmaz şeker… Yüksel Aksu’nun yönettiği “Cem Karaca’nın Gözyaşları” filmi, sanatçının doğuşundan vatanına dönüşüne kadarki dönemi anlatıyor. Film, klasik anlatıya dayalı, düzgün, temiz ve dikkatli bir çalışma. Aksu, sanatkârane iş yapayım, millet parmağını ısırsın diye olmadık taklalar atan bazı medyatik sinemacılardan değil. “Ulusal sinema”nın büyük ustaları gibi “hikâye anlatmak” yolunda devam ediyor. Çoktan öldüğü iddia edilen “ulusal sinema”yı yaşatan ve temsil eden “auteur” yönetmen olduğunu düşündüğüm Aksu, Cem Karaca’nın kültürel altyapısını yaratan babası Azerbaycan Türkü Mehmet İbrahim Karaca’nın, karmaşıklığı ile zaman zaman insanı hayretler içinde bırakan desteğini es geçmiyor. Baba Karaca, oğlu askere giderken valizine “Han Duvarları” şiir kitabını iliştirerek onu Faruk Nafiz Çamlıbel yani “Memleket Edebiyatı” cereyanının piri ile tanıştırıyor. Yine oğluna “millî tarih”in üstadı olan Prof. Dr. Fuat Köprülü’yü de okutmuştur. Hatta Cem Karaca, grubunun adını “Dervişan” koymasını Fuat Köprülü’yü okumasına bağlıyor. Annesi Toto Karaca (Yasemin Yalçın) ise oğlu ile babası (Fikret Kuşkan) arasındaki çatışmayı akışına uydurmak için çabalıyor. Dokuz ay boyunca, karnında bebeği ile sahneden inmeyen Toto, babasının Cem’i (İsmail Hacıoğlu) hariciyeci yapmak istemesi ve bunda ısrar edip oğluyla aralarındaki ipleri kopartmasına mani oluyor. “Ana sanatçı, baba sanatçı... Katran kaynamakla olmaz şeker, cinsine yandığım cinsine çeker” çıkışıyla çağdaş müziğimizin en parlak yıldızlarından Cem’in yani “Anadolu Rock”ının dev isminin kendi mecrasında akmasını sağlıyor. Yönetmen, filmine, seyirciyi sıkan baba-oğul-anne, müzikçi-hariciyeci olup olmamak, izin verip vermeme gibi dar bir tünele sokarak başlasa da giderek ferah bir anlatıma ulaşıyor. Koskocaman bir hayattan seçtiği bölümlerle tatmin edici bir “Muhtar Cem Karaca” portresini zorlanmadan çiziyor. Yüksel Aksu, filmin bağlamına uygun bir finalle seyircisini selamlıyor ve “Gülhane Parkı’nda ceviz ağacıyız” diyor ama fark etmediği bir şey var. Eğer karşılaşmalarımızdan birinde doğrudan sorarsa, kendisinden biz okuyucu, dinleyici ve seyircilerin “Gülhane Parkı’nın kendisi” olduğumuzu söylerim:) Filmdeki sürprizler ve gizli anlatımlar Filmin büyük sürprizi, Cem Karaca’yı canlandıran İsmail Hacıoğlu! Oyunculuğu ve sesi ile merhum Cem Karaca canlanmış da filmde rol almış etkisi yaratıyor. Hacıoğlu bu performansından sonra bir müddet dinlenmeli ve gelecek rolünü daha yukarı bir çıtaya çıkarmalı ki, ibresi Cem Karaca performansına takılıp kalmasın. Oyunculuğuna ve şarkıcılığına yedişer yıldız vererek tebrik ediyorum İsmail’i. Yasemin Yalçın bilhassa Toto Karaca’nın yaşlılığı dönemini canlandırması ile hafızalarımıza kazınmış durumda (unutmadan, makyaj müthişti). Eğer Altın Portakal ayarında kişisel bir ödülüm olsa hiç düşünmez, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında Yasemin’e takdim ederim. Fikret Kuşkan’ın oyunculuk performansı harika ama baba Mehmet Karaca ile zırnık benzeşliği yok! Sanıyorum, Cem Karaca sesini babasından almış olmalı ki filmde Kuşkan, etkileyici sesiyle bahsi bile geçmeden seyirciye sezdiriyor. Türk halk edebiyatından, âşıklardan, ozanlardan, tarih yazıcılarından beslendiği açıkça vurgulanan Cem Karaca’nın, düzenle kavga etmekten özenle kaçınan Barış Manço gibi “meselesi” vardı: Yüzyıllardır maddi, manevi, kültürel mahrumiyetler içinde yaşamış insanımızın çağdaş refah düzeyinden pay alması… Batı uygarlığının sunduğu yaşam biçiminin en üstün, en insani, en güzel yanlarını hayatlarına uyarlaması… Kendi kültürünü çağdaş uygarlık içinde temsil edilebilir tekniklerle evrenselleştirebilmesi… Ve Türk müziğini yeni içeriklerle yeni bir sese kavuşturmak! Bugün Cem Karaca’nın vefatından neredeyse çeyrek yüzyıl geçti. Ülkemiz hâlâ “pop-arabesk” ilişkisinden doğan acayip iniltiler, vızıltılar veya 250 yıllık hastalığımız olan taklitlerle vakit geçiriyor. Gerçekten merak ediyorum: Cem Karaca’nın Gözyaşları boşa mı gitti? Yeni kırılma noktası! Günümüzde Kıraç, Murat Kekilli, Haluk Levent, Hayko Cepkin, merhum Murat Göğebakan ve pek çok sanatçının iki büyük usta ve çağdaşlarının yolunda yürüdüğünü unutmadım. Karaca ve Manço’nun ortaya çıktığı zamanlar tarihin kırılma ve dönüm noktasıydı. 50’lerin sonlarında Batı’da kiliseler boşalmış, diskotekler dolmuştu! Soğuk Savaş’ın Sovyetler aleyhine işlediğini Macar İhtilalcileri ve Prag Baharı’nın yaratıcıları kanıtlamıştı. Bugün yine bir kırılma ve dönüm noktasındayız! Özgün içerik ve özgün ‘saund’a acilen ihtiyacımız olduğu bir gerçek.

21 Ocak 2024 Pazar

TÜRK TARİHİ DÜNYA TARİHİNDEN BÜYÜKTÜR

Osmanlı soyu Kayı Boyu’ndan gelmiyormuş… Osman Gazi’nin rüyası gerçek değilmiş… Emir Timur, dağları taşları titreten talihsiz yiğidimiz Yıldırım Beyazıt Han’ı Ankara’da yenip de Osmanoğullarını soyca aşağılayınca hanedanın Kayı Boyu’na mensup olduğunu Yazıcızâde uydurmuş… Oğuzlar at hırsızıymış… Yalanlamalar, hakaretler, karalamalar, dönemin tarihçilerini doğru bilgi vermemekle suçlamalar daha neler neler. Yıllarca tarih fakültelerinde dirsek çürüten ünvanları büyük, beyinleri mesleki deformasyona uğramış (professional deformation) kişiler, televizyonlarda sabah akşam bunu tartışıyor. 45-50 karakterlik X (eski adı Twitter) platformundaki mesajlardan nitelik, eğitim, kültür yoksunu insanlar da bunları tekrarlıyor. Osmanlı hanlarının hangi soydan geldiği bahsini tamamen akademik bir tartışma konusu olarak ciddi müktesebata sahip tarihçilerin tartıştığı bir konu olmaktan, yel ile yellenmek kelimeleri arasındaki farkı bilmediği için ikisine de kahkahalarla gülen insanların diline düşürenler utanç duymalıdır. Selçuklular ve Anadolu’daki diğer Türk Oğuz boyları ile akrabalık ilişkileri çeşitli kaynaklarda yer alan Ertuğrul Gazi, oğlu Osman ve torunu Orhan Gazi’nin 600 yıl süren bir soyu var ettiklerini, bu çerçevede tarihin en soylu hanedanlarının en başında yer aldıklarını bu avare TV akademisyenlerine birileri hatırlatmalıdır. Oğuzları topyekûn “at hırsızı” ilan eden bir başka televizyon ordinaryüs profesörü(!) var ki, hakikaten insanın sinirlenmek değil güleceği geliyor. Türk boylarında at hırsızlığının cezasının idam olduğunu İtalyan araba hırsızları bile duymuştur! Oğuzlarda yalan söylemenin cezasının ne olduğunu bilmiyorum ama hadi ben de ordinaryüs profesörlük yapıp bir iddiada bulunayım: “Dilini keserlerdi!” Televizyon ordinaryüslerinin en çok gündeme getirdiği konulardan biri de “Osman Gazi”nin rüyası. Malumunuzdur, Osman Gazi, Şeyh Edebalı’nın evinde uyur. Rüyasında göğsünden büyüyen ve dalları dünyaya yayılan bir çınar görür. Edebalı’ya anlatır, o da rüyayı dünyaya egemen olacak bir devlet kuracaksın diye yorumlar. Bir tarihçi böyle rüyaları, televizyon programında kendi milletinin çocuklarına bir devletin kuruluşunun manevi dayanakları diye anlatmalı ve onların millî bilincinde bir “kök-imge” yer etmesini sağlamalıdır… 1300-1400’lü yıllarda yaşamış, vatanımızı vatan yapmış hakanların, alpların, gazilerin, tarihçilerin, şairlerin yaşananları, konuşulanları, hayal edilenleri, rüyaları yazıp gelecek nesillere aktaranları neden yerin dibine batırmaya çalışır ki? Ey sosyal medya, ey televizyon ve ey dedikodu ordinaryüsleri, bunu da tartışın diye buradan ilan ediyorum: Türk tarihi dünya tarihinden büyüktür! Neresinden tırmıklasanız, didikleseniz, kemirseniz veya her ne iftira atarsanız atın bu cesametteki bir tarihe “Gün’e, Ay’a ve Yıldız’a ant olsun ki” çamur sıçratamazsınız.

14 Ocak 2024 Pazar

ATATÜRK - II FİLMİ

Atatürk filminin ikinci sinema versiyonunu seyrettim. Çanakkale’nin anlatıldığı bölümler bir sinema filminden beklenen bütün görsel işitsel standardı ve özel etkileri (effect) doyurucu biçimde veriyor. Filmin daha sonraki kısmını yine “ideolojik” buldum. “Enver/Kemal” karşıtlığının bu kadar ön plana çıkartılması yerine aynı karşıtlık daha yedirerek verilebilirdi. Ancak filmi yapanlar, yazanlar ve yönetenlerin tercihleri hakkında fazla yorum yapacak değilim. O, onların tercihi. Nihayetinde Osmanlı ordusunun Mustafa Kemal Paşası Türkiye Cumhuriyeti’ni kurup milleti tarafından Atatürk ünvanına lâyık görülmüş bir kurucu ata, Osmanlı’nın Enver Paşası da Türkistan dağlarında baş vererek bugün dalga dalga büyüyen Turan davasının ilk kahramanlarından biri olmuş bir şehittir. Tarih bize hangi sorunların yaşandığını ve bunların nasıl çözüldüğünü anlatmakla kalmaz, gelecekte bu sorunlardan, sorunların çözümünden, çözümlenemeyerek kalmış kısımlarından geleceğin nasıl şekilleneceğini de öğretir. Bu bağlamda, geleceğin Türk dünyası için Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “akıl” ve Şehit Enver Paşa’nın ise “hayal” sembolleri olarak zihinlerde yer bulacağını düşünenlerdenim. “Atatürk mü, Enver Paşa mı?” diye sorulduğunda tereddütsüz “Atatürk!” derim. Turan ideali söz konusu olduğunda ise Enver Paşa’nın şehit oluşunu ve yine Atatürk’ün Türk dünyası birliğinin kurulacağını ima eden sözlerini beraber anarım. Sonuç: Atatürk filmi tıpkı Nefes Yer Eksi İki gibi “tür sinemasında” bir aşama olarak yerini almış ve sinema tarihine geçmiştir. Çoluk çocuğunuzu alıp hatta mahallenizde sinemaya gidecek gücü olmayan komşularınıza bilet alıp bu filimi izleyin. Çünkü izlenmesini kontrol edemediğiniz televizyonlar ve sanal platformlardan lağım akıyor. Sapığın Yüzüne Tükürsen Jeffrey Epstein davası, New York’ta yer altında bulunan tüneller, kaçırılan kız ve erkek çocuklar, Hollywood denen fitne fücur çukurunda cesur bir heccavın “sapıkları” gözlerine bakarak ifşası, 6 Şubat depremlerinde kaybolan onlarca çocuğun bu kan içici sapıkların insafına terk edilmek üzere jetlerle götürüldüğü iddiası ve daha neler neler… İnsanın içi kabarıyor, kalbi sıkışıyor. Midesi bulanıyor. Bir zalimin elinde çaresizlik içinde kıvranan bir ‘sabi’ aklına geliyor ve patlayacak gibi oluyor ama ne Amerika’da, ne Doğu Türkistan’da, ne Gazze’de ne de dünyanın başka yerinde sürüp giden zulümleri durdurabiliyoruz. Ne demişti komedyen Ricky Gervais 2020 Altın Küre Ödül Töreni'ndeki konuşmasında: “Fakat bu gece, sadece kamera önündekiler ile ilgili değil. Bu salonda dünyanın en büyük TV ve film yapımcıları var. Her kesimden insan var. Ama hepsinin ortak bir noktası var, hepsi de Ronan Farrow’dan (Tacizleri yazan gazeteci) korkuyor. Sizin için geliyor... Hepiniz adına konuşuyorum sapıklar. Bu şovu izlemek yerine benim dizim After Life'ın tüm sezonunu izleyebilirsiniz. Dizinin konusu karısı kanser olduğu için kendini öldürmek isteyen bir adam. Ve buna rağmen bu ödül töreninden daha eğlenceli. İkinci sezon için detay vereyim o kendini öldürmüyor. Tıpkı Jeffrey Epstein gibi. Kesin sesinizi, hepinizin arkadaşı olduğunu biliyorum bu adamın." Amerika’da, Avrupa’da ve dünyanın pek çok yerinde pek çok kişi eskiden beri bu olayları biliyor, hatta bir ucundan bu olaya bulaşıyor. Konu sadece sapıkça zevkler değil. Bu ruhsuz, Tanrıtanımaz zavallılar ölümsüzlük peşindeler. Bunun için onlara “Annenizin mezarını açıp kemiklerini öğütüp için!” deseler onu da yapacak kadar Şeytanın emrine girmişler. 2021 yılında ölümsüzlük araştırması yapanlar, laboratuvarlar kuranlar için ne demişti Elon Musk: “İnsanların ölmesi gerek!” ve “Bu işe yaramazsa Bezos ölüme dava açacak!”

7 Ocak 2024 Pazar

ARMINIUS VAMBERY'NİN ÇOCUKLARI

Stephen Hawking’in, “Genetik mühendisliği ile bilgisayar teknolojisinin bir araya gelmesinden” bir felaket doğacağı, bilinen insan soyunun sonu erebileceğine dair uyarısı artık bir kehanet olmaktan çıkıp gerçekleşme aşamasına girdi. Kendilerini ilah sayanların çocuklarının genleriyle “üstün nesil” yapma çalışmalarını, işçi robotlar üreten teknoloji haberleri tamamlıyor. Egemenler, her dakika insanlığı yeni bir kâbusla sınıyor. Doğrusu, 19. Yüzyıl İngiltere’sinde doğan; Bertrand Russell (1872-1970), Aldous Huxley (1894-1963), gerçek adı Eric Arthur Blair olan George Orwell (1903-1950) gibi “acayip dâhiler” günümüzde içine itelendiğimiz “distopik hayatı” enine boyuna anlatmışlardı. Unutulmaz sloganı ise “Büyük Birader Seni İzliyor”du. Bu söz, hepimizin zihninde birer köstek mıhı gibi çakılı duruyor. Yaşadığımız ve yaşayacağımız “distopik hayat” hakkında doğru bir sonuca ulaşacak düşünme biçimlerini ise Büyük Birader, üzerimize attığı “iletişim” ağıyla kontrolü altında tutuyor. Doğru bilgiler yüz binlerce cühelanın sosyal medya hesabında inandırıcılığını yitirmiş birer çöpe dönüştürülüyor. Kitap okumak yerine ekranlara gömülen kafalar, herhangi bir konuyu bütün olarak değil, bağlamından kopartılmış “sözde aforizmalar” olarak anlıyor veya anladığını sanıyor. Bu da, ana dilinde düzgün cümle kurmaktan ve yazmaktan aciz olduğu için okuduğunu anlamadığını anladığımız cühelanın her gün biraz daha cahilleştiğine en büyük karinedir kanaatine varmamıza sebep oluyor. Geçmişte Marksist olduğu halde “Das Kapital” okumamış komünist cahiller vardı. Slogan peşinde koşarlardı. Hatta fikir ufkumuzun en parlak yıldızlarından Cemil Meriç de bir yazısında, “Mahkemede Komünistim diye bağırdığımda bir tek işçinin elini dahi sıkmamıştım” diyerek bu durumu trajik bir şekilde ifade etmişti. Türkçü olup Atsız okumayan, İslamcı olup en zaruri birkaç sureyi bırakın, “Kelimeyi Şahadet” getirmeyi bilmeyen ama sosyal medyada Büyük Birader’in başımıza sardığı ağlarda dolaşan yüz binlerce cühela… Süratle akıp giden haberler arasında İsrail ajanı olduğu için tutuklanan insanların yüzünü, tipini hâl ve tavırlarını izleyince, Arminius Vambery’nin mezarında takla attığını düşündüm. Başta Kur’an ve ilmi hadis olmak üzere coğrafya, tarih, felsefe bilimleriyle dolu bir beyin olan Arminius Vambery, II. Abdülhamit Han gibi çağının en şüpheci şahsiyetlerinden bir devlet adamını bile inandırarak ta Buhara’ya kadar gidip dönmüş, topladığı bilgileri İngiliz gizli servisine aktarmıştı. Bugün ajan diye yakalanan paçozların Arminius Vambery ile mukayese edildiklerinde çöp bile sayılmayacaklarından emin olarak soruyorum. Bu kadar düşük seviyeli insanlar nasıl oluyor da bizim toplumumuzda yer bulup bilgi topluyorlar? Veya nasıl olup toplumumuzu kışkırtabiliyorlar? Cevabımı da yine kendim vereyim: Çünkü iletişim yoluyla cehaletleri berkitilmiş bir toplum içindeler ve kendi dinini, tarihini, insanını tanımayan cühelaları da elde etmek her şeyden daha kolaydır.